“Etrafta onca üniversite bitirmiş var
ama hepsi boş geziyor. Okusam ne olacak ki! Adamın olmazsa hiçbir işe
yerleşemezsin. Okulda vakit kaybedip sonunda açıkta gezeceğine bir makam
sahibinin kıçında yalaka ol hemen işe yerleşirsin, hatta rüyanda görebileceğin
makamlara ışık hızında yükselirsin…”
Eğitim seviyesini sadece bina ve derslik sayısı ile ölçen zihniyetlerin ortaya çıkardıkları
düşünce bu!
Maddi kazanç ve güç gösterisi her şeyin üzerine çıkmışken, komşu komşuya
arabasıyla eviyle hava atmaya çalışırken öğretimin bu dünyada yeri yok! Dikkat
edin eğitim demiyorum! Öğretim bile para etmezken, yazılı basın, görsel basın
ve sosyal medya bize habire lüks yaşam, estetikli ve filtreli güzellikler
sunarken eğitimi kim takar ki!
Kafanızı her çevirdiğinizde kolay yoldan para kazanma yolları size
gösterilirken, yitip giden ahlak, maneviyat, edeb elbet bizi sille tokat dövmek
için karşımıza dikilecekler. Kah eşimiz rolünde, kah çocuğumuz rolünde… ama
eninde sonunda bize hesap soracaklar…
Aslında eğitim daha ana kucağında başlıyor. Öğretim ise en sonda
üniversitelerde veriliyor. Eğer çocuk eğitimini küçük yaşta alıyorsa öğretime
gerek bile duymadan ekmek parasını alnının teriyle kazanmaya devam ediyor.
Şımarıklığına rağmen hasbel kader üniversiteye kadar geldiyse eğitimsiz, en iyi
mesleğin öğretimini dahi alsa "baltaya sap" olamıyor. "Sapın ucunda kazma" olarak
kalmaya devam ediyor.
Oysa yüzyıllar öncesinde hiç öğretim görmemiş olmasına rağmen; “girdim ilim meclisine eyledim kıldım talep,
dediler ilim geride illa edeb illa edeb” diyen Yunus Emre, daha testi
kırılmadan kızını döven Nasrettin Hoca misali kulağımızı çekiyor ama anlayan
kim.
Bu yıllarda makam koltuklarına kurulan eğitim ve edepten yoksun
idarecilerin yetişen genç nüfusa ne kadar zarar verdiklerini, böylece
birliğimizi beraberliğimizi kökünden dinamitlediklerini bir sonraki
jenerasyonun o koltuklara oturmasıyla çok acı olarak tecrübe edeceğiz. Sonuçta
boynuz elbet kulağı geçecek.
Neden böyle bir düşüncede olduğumu anlamak için yazının ilk paragrafına bir
daha dönelim. O düşünceler henüz eğitim öğretim hayatının ortalarında olan ve
tam da bugünlerde üniversiteye hazırlanmaya başlaması gereken bir ergenin
ağzından çıkan sözler. Annesi “bir devlet
kapısına girsin de nasıl girerse girsin” derdinde. Babası ise “keşke okula göndereceğime bir partinin
gençlik kollarına gidip gelseydi. İşte orda getir götür işlerine bakarken
birilerini tanır, sayelerinde işe girer böylece okulu kazanmak için ve okumak
için para dökmek zorunda kalmazdım” pişmanlığında…. Ne o annenin ne o babanın bir suçu var, Onlara bu düşünceyi
habire pompalayanlar dışarda. Ya da tam aksi içerde!. Salonumuzda, cebimizde
taşıyoruz onları. Onlar emek sarfetmeden kazandıkları paraları öyle hızlı, öyle
çok ve öyle güzel yiyorlar ki o ergen neden dirsek çürütmeyi seçsin ki!..
Muhtemelen fotoğrafı da merak ettiniz!
Fotoğraf PKK tarafından kaçırılıp şehit edilen öğretmen Necmettin Yılmaz’ın ev
eşyaları. Ne kadar az değil mi? Ne kadar kırık dökük!
Bu yoksunluk haliyle Şanlıurfa’nın ücra bir köyünde o “beach party” lerden, “sneak
house” lardan, şezlonglardan, kumsallardan ve envai çeşit dünya
zevklerinden uzakta ne yapıyordu. Neden kabulleniyordu itin uğramayacağı
yerlerde yaşamayı ve ekmek parası kazanmayı. Sadece öğretmek için mi? Sedece
okuma yazma, toplama, çarpma öğretmek için mi ordaydı? "Bölme" öğretmek niyetinde değildi kanımca!
Orda olmasıyla zaten o köylü çocuklarına en büyük eğitimi veriyordu. “Ben buraya size ilk adımlarınızı sağlam atmanın,
edebli olmanın, saygıda kusur etmemenin, vatanına aşık bireyler olmanın, yarın
büyüyüp makam sahibi olduğunuzda haktan hukuktan ayrılmamanın eğitimini vermek
için geldim diyordu.” Ve o küçücük; belki yalın ayak, giyecek başka çift
elbisesi olmayan çocukların gözlerinde duruşuyla büyüyor büyüyordu. Yani O ve
onun gibiler o köylerde bir Yunus , bir Mevlana , bir
Akşemsettin oluyordu….
Oluyordu da işte bu tarafta da güya öğretiminde zirve yapmış ancak edeb
kapısından sopayla kovalanmış “kültürlü”
okumuşların gazladığı kara cahiller tarafından kaçırılıyor ve öldürülüyordu.
Şimdi o ufacık köylü çocuklarının gözünde kim devleşiyor. Kendilerine kaç
kilometre uzaktan gelen ve ilim irfan
öğreten öğretmenleri mi, dağda gezerken taharetlenmeyen (afedersiniz ama götü boklu) o terörist soytarıları mı?
Tabii ki hep birden “öğretmen”
diyoruz ama yazının başına dönüp paragrafı bir daha okuyun eğer siz de de aynı
düşüncelerden zerre miktarı varsa, buyurun cenaze namazına!
Gömelim artık öğretmeni, ilmi, irfanı, edebi, ahlakı….