Hayatta karakterimizin doğuştan yaratıldığını düşünüyorum. Sonradan edinilen ve geliştirilen huylar her ne kadar karakterimizi dış dünyaya yansıtsa da temelde ata genlerden transfer edilen bütün özelliklerin kendini göstermesi için uygun anı beklediğini düşünüyorum. Asıl karakterimizi belirleyen bu özelliklerin veya bana göre daha doğru terimiyle dürtülerin ne zaman ortaya çıkacağını kestirmek güç. Örneğin gün içinde çok hoyrat, bağırıp çağıran, herkese tepeden bakan birinin gecenin geç saatlerinde kendisiyle baş başa kaldığında yalnızlığın yüküyle gözlerinden akan yaşları nasıl açıklayabiliriz. Oysa onu gün içinde görsek “kalp” taşımadığını düşünür, bir insanın bu kadar sert, duygusuz olabileceğini hayal bile edemeyiz. Ama onu da duygulandıran bir müzik parçası, deniz kenarında bir gün batımı, ya da yuvasından düşen bir yavru kuş olabilir. Bu duygusuz insanın gün içinde herkesi kırarken nadir de olsa kimi zamanlarda “pamuk” gibi olmasını nasıl açıklayacağız. Muhtemelen yetiştiği ortam, gördüğü “örnekler” ona demir gibi sert olmayı öğrettiler. Yaşadığı ortamda kimse yuvasından düşen bir yavru kuşu avuçlarının arasına alıp beslemeyi göstermediyse, ya da bir bardak çay eşliğinde ateş başında ağlamadıysa; bu insan azmanı acaba bu insani davranışları kimi zaman neden yapıyor. Neden güneş batınca duygulanıyor da, güneş doğduğunda yine azgınlaşıyor.
İnkar edilemez şekilde genlerimiz bizim sadece saçımızı, gözümüzü, boyumuzu, posumuzu şekillendirmiyor. Belki daha fazla iç dünyamızı şekillendiriyor, hormonlarımıza yol veriyor. Geceleri gizli gizli ağlayan bir babanın oğlu da eminim ki hayatında en az bir kere bile olsa gizli gizli babasını taklit ediyor, hiç olmazsa babası öldüğünde ağlıyor!
O zaman karakterimiz bizi daha ilk nefes ciğerlerimize dolduğunda şekillendiriyorsa, hayat boyu başarılı olmak uğruna aksine davranmak, akıntıya karşı kürek çekmek değil midir? Başarılı olmak da ne? Başkalarının gözünde her şeyi iyi yapmak mı? Daha çok para kazanmak mı? CEO olmak mı? Köşe bucak dünyayı gezmek mi? Güzel veya yakışıklı bir eşe sahip olmak mı? Kariyer sahibi çocuklar yetiştirmek mi?... Bunlar “değerler”! Karakter özelliği, “tembel”, “halinden memnun”, “ağırkanlı”, “dengeli”, “kararsız”, “zor beğenen”, vs. vs. olan biri yukarıda “değerler” olarak saydıklarımızı nasıl başaracak? Oysa dünya üzerinde insanların çoğu karakter özellikleri olarak çok da “parlak” olmayan bir grubun içinde yer alıyor. Bu insanların “değerler” listesinde sayılan “parlak” amaçlara ulaşmaları imkazsı yakın demek. Ama onlara sorsanız “hallerinden memnun” yaşayıp gidiyorlar. Değerler, birileri tarafından dikte edilen yüksek hedefler olabilir mi? Ve karakteri bu değerlerle çalışanlari bu hedeflere ulaşmak için boşuna çırpınıp durmuyorlar mı? Evet!
Sonuç olarak bana göre, karakterimizle çoğu ulaşılmayacak değerler listesi çatışma halinde. Bu çatışma ise eni konu çok kötü bir yere evriliyor. Stres! Çağımızın hastalığı! Henüz modern tıp yöntemleri basit olarak çare üretemiyor. Tavsiyelerle idare ediyoruz. Daha çok doğa, daha çok kitap, daha çok gezmek, her şeyi sorgulamamak, her şeye yetişmeye çalışmamak, yani kısaca “kendinle barışık yaşamak”. Kendinle barışık yaşamak mı? .”Kendimizi” önümüze bir stres dağı olarak diken ne? Karakterimiz! Yani ana babamızın “kendileriyle barışık” oldukları bir anda bize transfer ettikleri genlerimiz. Değerlerimiz nereye kayboldu şimdi? Onlar sonra ortaya çıkacak ama karakterimize ters düşmeyen dürtülerimiz ancak değerlerimiz olarak bizimle yaşayacak. Gerisi bir keçinin kafasının üstüne bağlanan takip ettiği bir tutam ot gibi bizi uçuruma götürecek. Hepsi bu!
Değerlerimizi belirleyip yüceltmeye çalışırken, karakterimize ters düşecek şekilde hayatımızın bir amacı haline getirmek ruhsal yanımızı patlatacak bir el bombasını pimi çekilmiş halde elimizde tutmak gibidir.
Yani ya “olduğun gibi görün”, ya da “olduğun gibi görün!”. Komik misin, ikisi de aynı? Evet, çünkü kimse “göründüğü gibi olmaya” çalışmasın, olmuyor. O maya tutmuyor!
Seviliyorsunuz!
0 yorum:
Yorum Gönder