28 Kasım 2016 Pazartesi

HAYAT SANCISI


Basit düşünemiyorum, zor ile baş edemiyorum!

Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanında kahramanın ağzından şu cümleler dökülüyor: “Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Elimizden ne yapmak gelir? Hiç! Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında… bu bile biraz palavralı bir rakam.”

Hayat üzerine ciltler dolusu kitap yazan felsefecilerin “bu dünyaya ne halt etmeye geldiğimize” dair kesin bir cevabı yok! Hepimiz yüksek bir hedef için bu dünyada bulunduğumuza dair dinsel öğretilerin gölgesinde üç beş gün sürünüp sonra kemiklerimize kadar çürüyüp gidiyoruz. Ancak bir kaçımızın isimlerini sonradan gelenler minnetle anımsıyor ya da nefretle sövüp sayıyor. Çoğunluk sadece mezarlarda kuru kalabalık. O da elli bilemedin yüz seneliğine sonra…

Anamızın babamızın şekillendirdiği hayatımızla bi yerden tutunuyoruz yaşama, sonra amirimiz göz açtırmıyor, eşimiz hele habersiz gözün kırpsın bakalım. Yaşamak boynumuza asılmış ağır bir sancı, dolap beygiri gibi dön dur koca dünyanın içinde. Koca dünya da dönüyor ha bire. Ölünce belediyenin gösterdiği yere gömülüyorsun! Orda bile söz hakkın yok! Zannetmiyorum öldükten sonra söz hakkımızın olacağını.

Ve gelip sonunda iç karmaşası galip geliyor. Bir türlü çıkamadığımız baş edemediğimiz iç karmaşası. Fiziksel olarak yıllardan beri öğretile geldiği gibi akşam olduğunda evimize sabah olduğunda işimize giderken, beynimiz bin bir kere farklı düşünceleri evirip çeviriyor. Ama biz söylenen vakitlerde hep öğretilen işleri yapmaya devam ediyoruz. Oysa hepimiz kaçmak, kurtulmak istiyoruz. Bir dağ başında herkesten uzak bir ateş yaksak mesela, ya da bir deniz kenarında oltayı sallasak da saatlerce balık tutamasak… ama işte yalnız başımıza kalsak. Uzaklaşsak alışverişten, eğitimden, görgüden, kuraldan…

Ya geride bıraktıklarımız, bırakacak olduklarımız! Onlar geride bıraktıklarımız değil aslında. Tam beynimizin göbeğine yerleştirdiğimiz prangalarımız. Onlar işte bizim ağırlıklarımız. Göz yaşlı anamız, elimize bakan çocuklarımız, sokuluverdiğinde merhametimizi coşturan eşimiz, herşeyimiz, hepsi bizi hayatta tutan değil aslında, bizi bağlayan zincirlerimiz…

İnsan olarak özgürlüğüne bu kadar düşkün olup da özgürlüğünü bu kadar kısıtlayan başka bir yaratık yok dünyada. Çocuklarımızla, kendi eğitimimizle, kariyer denilen zırvalarımızla hep kıstırıyoruz kendimizi. Sonra da yaşamak için mücadele ettiğimizden bahsediyoruz. Mücadele etmiyoruz aslında, can çekişiyoruz sadece. Ve bu işkence elli altmış yıl kadar devam ediyoruz. Ölemiyoruz ki bitsin!...

Bir şarkı ile, bir çiçek ile ya da güneşi doğarken batarken gördüğümüzde bile mutlu olan yaratıklar biz miyiz? Hiç inandırıcı olamıyorsun Ademoğlu… Aldıkça, yedikçe, harcadıkça ve güçlendikçe mutlu olacağımız yerde psikolojik, nevrotik, sosyolojik olarak ezik duruma düşüyoruz. 
mutluluk azdadır” bunu böyle bil insancık, 
sonra diyorsun “hayat kancık”, 
hayır değil sen insan ol azcık!...

0 yorum:

Yorum Gönder