Basit düşünemiyorum, zor ile baş edemiyorum!
Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan romanında kahramanın
ağzından şu cümleler dökülüyor: “Hiçbir şey
istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi
hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile
hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı,
öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Elimizden ne yapmak
gelir? Hiç! Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında… bu bile
biraz palavralı bir rakam.”
Hayat üzerine ciltler dolusu kitap yazan
felsefecilerin “bu dünyaya ne halt etmeye
geldiğimize” dair kesin bir cevabı yok! Hepimiz yüksek bir hedef için bu
dünyada bulunduğumuza dair dinsel öğretilerin gölgesinde üç beş gün sürünüp
sonra kemiklerimize kadar çürüyüp gidiyoruz. Ancak bir kaçımızın isimlerini
sonradan gelenler minnetle anımsıyor ya da nefretle sövüp sayıyor. Çoğunluk sadece
mezarlarda kuru kalabalık. O da elli bilemedin yüz seneliğine sonra…
Anamızın babamızın şekillendirdiği hayatımızla bi
yerden tutunuyoruz yaşama, sonra amirimiz göz açtırmıyor, eşimiz hele habersiz
gözün kırpsın bakalım. Yaşamak boynumuza asılmış ağır bir sancı, dolap beygiri
gibi dön dur koca dünyanın içinde. Koca dünya da dönüyor ha bire. Ölünce
belediyenin gösterdiği yere gömülüyorsun! Orda bile söz hakkın yok! Zannetmiyorum
öldükten sonra söz hakkımızın olacağını.
Ve gelip sonunda iç karmaşası galip geliyor. Bir
türlü çıkamadığımız baş edemediğimiz iç karmaşası. Fiziksel olarak yıllardan
beri öğretile geldiği gibi akşam olduğunda evimize sabah olduğunda işimize
giderken, beynimiz bin bir kere farklı düşünceleri evirip çeviriyor. Ama biz
söylenen vakitlerde hep öğretilen işleri yapmaya devam ediyoruz. Oysa hepimiz
kaçmak, kurtulmak istiyoruz. Bir dağ başında herkesten uzak bir ateş yaksak
mesela, ya da bir deniz kenarında oltayı sallasak da saatlerce balık tutamasak…
ama işte yalnız başımıza kalsak. Uzaklaşsak alışverişten, eğitimden, görgüden,
kuraldan…
Ya geride bıraktıklarımız, bırakacak olduklarımız!
Onlar geride bıraktıklarımız değil aslında. Tam beynimizin göbeğine
yerleştirdiğimiz prangalarımız. Onlar işte bizim ağırlıklarımız. Göz yaşlı
anamız, elimize bakan çocuklarımız, sokuluverdiğinde merhametimizi coşturan
eşimiz, herşeyimiz, hepsi bizi hayatta tutan değil aslında, bizi bağlayan
zincirlerimiz…
İnsan olarak özgürlüğüne bu kadar düşkün olup da
özgürlüğünü bu kadar kısıtlayan başka bir yaratık yok dünyada. Çocuklarımızla,
kendi eğitimimizle, kariyer denilen zırvalarımızla hep kıstırıyoruz kendimizi. Sonra
da yaşamak için mücadele ettiğimizden bahsediyoruz. Mücadele etmiyoruz aslında,
can çekişiyoruz sadece. Ve bu işkence elli altmış yıl kadar devam ediyoruz.
Ölemiyoruz ki bitsin!...
Bir şarkı ile, bir çiçek ile ya da güneşi doğarken
batarken gördüğümüzde bile mutlu olan yaratıklar biz miyiz? Hiç inandırıcı
olamıyorsun Ademoğlu… Aldıkça, yedikçe, harcadıkça ve güçlendikçe mutlu
olacağımız yerde psikolojik, nevrotik, sosyolojik olarak ezik duruma düşüyoruz.
“mutluluk azdadır” bunu böyle bil insancık,
sonra diyorsun “hayat kancık”,
hayır değil sen insan ol azcık!...
“mutluluk azdadır” bunu böyle bil insancık,
sonra diyorsun “hayat kancık”,
hayır değil sen insan ol azcık!...
0 yorum:
Yorum Gönder