31 Mart 2017 Cuma

MAVİ CAN



Artık tüm Adanalıların ağzında olan ve söylemekten utandıkları bir sorun var: Adana Türkiye’nin en büyük köyüdür…Kabullendik ellam bu sözü!

Çünkü düzensiz yapılaşma git gide şehrin her caddesini sokağını teslim alıyor. Her yerde süregiden dikey yapılaşma ve aşırı betonarme hevesi yüzünden mantar tarlasına benzedi koca şehir. Karmakarışık! Bir yerde gecekondu, hemen dibide üç katlı kabul edilebilir bir küçük apartman, onun sağında solunda on katlı, onbeş katlı, şekli birbirine uymayan, biri hanyaya, biri konyaya bakan, biçimsiz, şekilsiz dikdörtgenler prizması şeklinde ucube güya modern konutlar.

Altyapıyı tamamlamadan kurulan mahalleler, sonra yolları kazan su idaresi, sonra su idaresinin’nin kapattığı yeri kazan elektrik şirketi, sonra onun yaptığını bozan doğalgaz şirketi, kazmayı kabloyu kapan telekom şirketleri, hepsinin üstüne çam diken belediyelerin bitmez tükenmez düzenlemeleri, sökülen kaldırım taşları, sağda solda azmış ve saldırmaya hazır bir katil gibi kepçesini sallayan iş makineleri, dozerler, kepçeler, şehrin göbeğinde volta atan azılı kamyonlar, nereye baksan vinçler, çimento arazözleri falan filan…

Toz bir de! Eee her yer kazılırken, yıkılırken, sonra tekrar yapılırken olması da normal. Ma aile elimizde toz beziyle dolaşıyoruz evde. Ciğerlerimiz ne halde bilmiyorum. Adanalı zaten astım bronşit hastası geçmişten beri. Yaz kapıda işte, yapış yapış bu toz, terle birlikte akşama kadar vücutlara yapışacak. Malum sıcak yüzünden güneşe ateş edenlerin memleketi. Varın hesap edin sıcağın şiddetini…

O sıcakta çarşıda işi var mesela "naif abinin"! Kozan Yolu, Kiremithane, Sofulu, Buruk tarafında evinden çıkmadan önce serinlemek için duşunu aldı.. Ohhh miss… gayet sakin çıktı yola dolmuş veya “mavi can”lara bindi varsayalım… Sakin Allah’tan … Duraklı duraksız her gördüğü “müsait bi yerde” duran, bu şehir içi ulaşım araçları ve onların, şehrin her yolunu, kaldırımını “babalarının malı” gören, kural bilmez, ışık tanımaz, gömleğinin yukardan üç beş düğmesi açık elinde tesbihi ile belki hangi kavgadan kaldığı belli olmayan kolunda, yüzündeki yaraları, koltuklarının hemen altında, yanında bulunan “kavgaya hazır” uzun kalın sopalarıyla tam bir “adanalı” olan şoförleri  alışkın tabii her gördüğü boşluğa burnunu sokmaya! Öyle olunca trafik biraz sıkışmaya başlıyor Eski Otogar’ın olduğu bölgeye gelince.

Koca birer dev ayağı kadar biçimsiz, bir o kadar hantal, renksiz, korkutucu, ürkütücü “hafif raylı sistem”in köprü ayaklarının dibinden sağa doğru kıvrılıp da E-5’e çıkınca yaklaşık 150 metre kadar hızlanıyor bu şoför abiler. Zira artık sallana sallana geldikleri onca yolda alabilecekleri tüm müşterileri toplamışlar. “Sağlı sollu diziliyoruz abiler”, “yanaş abicim daha oraya on kişi sığar” gibi gayet insani(!), gayet medeni(!) hafiften de ittirmeli, kaktırmalı sığdırdıkları “adana insanları” için araçta daha fazla yer kalmamıştır. Ama çile daha yeni başlıyor….

Duşunu alıp, gayet nezih bir şekilde çarşı yolculuğuna başlayan abimizi unutmayalım. Ancak şu ara gözükmüyor. Muhtemelen sıcak ve terden başka bir nezih abiyle birbirlerine yapışmışlardır, sıkışıklığın içinde. Öyle kalsınlar biraz!

Devam ediyor yolculuk! Mu acaba!

Optimum sapağına girerken bir dev ağzını açmış bekliyor. Solda üç şeritli alt geçit, sağda bir buçuk şeritli yan yol! "Mavi Can'ın" alt geçidi tercih etme gibi bir şansı yok! Zira Optimuma gitmek isteyenlerin ineceği durağa ulaşım sadece bu yan yoldan. O yan yola girerken başlayan sıkışıklık ilerde daha çok olacak. Durakta bir iki genç kız, çocuklu birkaç kadın iniyor. "Can" biraz rahatladı. Sanki bi esinti  bile geldi. Yüzlerine bakınca işsiz, aylak takımından iki genç de kızların arkasından koştura koştura atlayınca iyi bir genişledi orta alan! Bizim naif abimizin yüzünü görebildik nihayet. Saçlar hafiften bozulmuş, gömleğin sağ kolu kırışmış biraz ama hala yaşıyor, şimdi biraz daha rahat nefes alabiliyor artık… Binenler oldu hem de bir değil iki değil beş altı kişi; genç daha doğrusu…gene sıkıştık. Naif, zarif abi savruldu öte tarafa doğru. Gençlerden birisi “pardon” dedi ama çoktan "naif abinin" ayakkabısıyla beraber pantolonun paçasına basmıştı…

Hareket etti minibüs, tam ortada yer alan koca göbekli kavşağa yaklaşırken ışıkların yeşilden kırmızıya döneceğini anlayan şoför bastı gaza. Oturanlar bile savrulmaktan korunmak için tutunmak zorunda kaldılar.

O saçma sapan yan yolun devamı niteliğindeki yoldan Merkez Camii durağına yaklaşıyoruz. Daha doğrusu minibüs şoförünün bulduğu boşluğa burnunu sokma yeteneği, sağında ve solundakilere ağız dolusu küfür ederek , el kol hareketleri olmasa olduğumuz yerde çakılıp kalacağız. Bir santim bile ilerleyemeyeceğiz. HiltonSA tarafından dönüp gelen araçlar, Mustafa Kemal Paşa Bulvarından akan araçlarla birleşince tam bir keşmekeş oluyor trafik bu noktada. Zira yan yol genişliği bir şeride düştü düşecek. Birde Optimum tarafında alt geçide giren araçları sanki o alt geçit tam camii önünde kusarcasına dışarı atıyor. En soldakinin burnunu soka soka sağa geçme çabası minibüs içende hepimizden büyük tepki topluyor. Gençlerden bir ikisi tutamayıp kısık sesle de olsa küfür ediyor.

Caminin önünde bütün sülaleler şoförlerin ağzında ilişkiye sokuluyor artık!

Bir yolunu bulup da kendini kurtaranlar alt geçitten sıvışıp gidiyorlar. Ancak işi yan yoldan yürüyecek olanların sabır devi olması gerekiyor. Çünkü bir mühendislik abidesi(!) olan dev alt geçit bütün yolu kaplıyor ve yanlardan daracık patikalardan geçmeye zorluyor sanki bu şehrin halkını.

En sonunda müze kavşağına gelebildik. Yolculuğu bir iki durak sonra bitecek olanlar şanslı. Çünkü asıl curcuna şehir içinde bizi bekliyor. Vakıflar Sarayına kadar iki adımda bir duran minibüsle gitme düşüncesi iki yüz yıllık bir kaplumbağa yavaşlığındaymış hissettiriyor bana. Neyse ki “bir şey değişecek her şey değişecek” diyen "şehrin başkanı" cesur bir adımla müze kavşağından dört yola kadar olan kısmı elden geçirip alt geçidin üstünü kapatınca yol birden genişleyip ferahladı. 

Şehir insanı bu kısma “karnıyarık” diyordu bir zamanlar. 

Süresinin büyük kısmını geri duraklarda “yoldan geçen herkes potansiyel yolcu” mantığıyla, korna çalıp müşteri toplamakla harcayan şoför bir çırpıda Atilla Altıkat durağına vardı.

Minibüsün büyük kısmı boşalmıştı. Zarif , naif abimiz de kendine oturacak bir yer buldu bu arada. Evden çıktığında ki o janti halinden eser yoktu. Terden gömleğinin sırtına yapıştığını görebiliyordum. Eliyle alnındaki teri silerken damlaların birikip göz çukuruna aktığını ve onu feci şekilde rahatsız ettiğini düşündüm. Pantolonun çoğu yeri tozlanmıştı. Ayakkabısında ve paçasında hala o gencin ayak izi duruyordu.

Atatürk caddesinden gelen diğer minibüsler, İnönü caddesinden E-5’e dönmeye çalışan araçlar ve karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayalar gene birbirine karıştı. Turuncu otobüslerden bir muavin dayanamayıp hem öndeki minibüslere el kol hareketleri ile ilerlemelerini işaret ediyor hem de avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Atatürk Caddesi, Baraj Yolu, Balcalı hadeee!” 

Büfeden bir çocuk bizim şoföre bir şişe su fırlattı. Şoför havada yakalamasıyla şişeyi açıp ağzına dikti. Boşta kalan eliyle vitesi değiştirip gaza bastı. Hepimiz aşırı terlemiştik. Yutkunduk…

Türkiye’nin üzerinde trafik ışığı olan tek üst geçidi olma özelliği ile nam salmış, sonra bir şekilde düzeltmeyle biraz ahtapot üst geçitlere benzetilmiş Altıkat köprüsüne tırmanırken gideceğim yere varabilme umudum biraz daha artmıştı. Ama hayalleri bile tam zamanında kurmak gerekiyormuş. Erken davranmışım.

Çetinkaya’nın önünde bineceği minibüsü, dolmuşu görmeye çalışan kalabalık kuralsız bir şekilde kafalarını kaldırıp indiriyor, boyunlarını öne doğru uzatıp çekiyorlardı. Bizim “mavi can”ımız daha bir tenhalaşmıştı. Bir baba oğlu ve kızıyla bindi Çetinkaya durağından. Şoför çocuklar için ücret istese de fazla üstelemedi. Baba kızını kucağına oturtup iki kişilik yere oturdu. Oğlu da yanına. Şoför son bir kere daha aynaları kontrol edip müşteri gelmediğine emin olunca serseri bir tavırla vites topuzunu kavrayıp fırlatır gibi değiştirdi vitesi. Küçük Saate varmak üzereyiz. Allah yardımcımız olsun.

Küçük saat bir toplanma alanı sanki. Bunca insanın burada toplanabilmesi için bir şeylerin bedava dağıtılıyor olması lazım. Ona yakın sayılır. Yıllardır orta halli yaşayan insanların çoğu şeyi bedavadan biraz pahalı bulabildikleri Pazarlar Caddesine ve Melek Girmeze buradan geçiliyor. Bir de tüm minibüs, dolmuş, belediye otobüsü hepsi buradan geçiyor. Öyleki birinin aynası diğerinin aynasını yalıyormuş, bir diğeri ötekinin tamponuna yapışıyormuş, şurdaki burdakiyle kolkola girmiş gibi aradaki mesafeler santimlerle ölçülüyor artık. 

Bir Suriyeli koca bir çuvalla kucaklaşmış olarak daldı içeriye, getirip bizim "naif abimizin" yanına "poff" diye bıraktı çuvalı. Toz bulutu kalkıp yavaş yavalş hepimizin saçına, gözüne, kaşına kondu. Şoför dikiz aynasından Suriyeliyi kötü kötü bakarak süzdü. Bişey diyecek gibi ağzını açıyordu ki Suriyeli iki kişilik para verince ağzına yapmacık bir gülümseme oturttu… Bir kadın kapıya yanaşıp “kardeş bi yardım eder misin” deyip gözüme baktı. Kalkıp arabanın ucundan tutup kaldırdım. Bebek koca koca gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Yarım yamalak teşekkür ederken kadın “şunu da şoföre uzatıver kardeş” deyip elime bozuklukları sıkıştırdı. “Eşeğin mi var be kadın” diyecektim. Diyemedim… 

O sırada şoför gene aynı serserilik ve haşinlikle vitesi değiştirip gaza bastı. Sendeleyip tam “naif abinin” kucağına balıklama düşecektim ki  tavandan sallanan tutamaçlara zor yapıştım. Ara boşlukları santimle ölçülecek araç havuzunun içinde, dur kalk yapa yapa kendine yer bulan şoför aracın burnunu düzeltip düşük viteste gaza da basınca yoldan geçen yayalar çıkan gürültüden korkup, koştur koştur yolun karşı tarafına sıvıştılar.

Küçük saat son kavşaktan Büyük Postaneye geçen ufacık dar yola girdiğimizde artık işkencenin bittiğine emin olmuştum. Postanenin önünde inip, karşıdaki şalgamcıya koşturdum. Sürahi büyüklüğünde bir bardak şalgamı iki dikişte gönderdim mideye. Postanenin kapanmasına yarım saat vardı. Döner kapısını itekleyip içeri girdim. Ohhhh… Bu sıcakta bu serinlik… “Klimayı icat eden cennetlik” yemin ederim… Sıra numarası alıp bekleme koltuklarından birine oturdum. Yaklaşık iki dakika terimi kurulayıp, yüzümü gözümü silerken yanımda oturanın da sanki benimle aynı şeyleri yapıyormuş hissine kapıldım. Boynumu da siliyormuş gibi yapıp kafamı çevirdiğimde O’nu gördüm. Benim çileli otobüs arkadaşım “naif abi” de aynı hareketlerle kah yüzünü ovuşturuyor, kah saçlarını düzeltiyor, kah paçasındaki tozları siliyordu…

Acaba O’nun da aklından geri dönüş yolculuğu geçiyor muydu…





0 yorum:

Yorum Gönder