Henüz ne tam soğuktur, ne de güneş pırıl parıldır gökyüzünde…
Önce Atatürk ölür, her sene onuncu gününde. Bir kere daha milletçe ararız, anarız. Onsuz demokratik yoksulluğumuza yanarız. Saygı duruşlarıyla selamlarız milletine çok şey vermek isterken gücü tükenen Büyük Türk’ü. O’nun sayesindedir rahatımız, huzurumuz. Her yerde adına minnettarlık ifadeleri dökülür ağızlardan. Ülküsünden vazgeçmeyeceğimize yeminler ederiz hep bir ağızdan. O’nun öğrettiğini uygulayacağımıza ant içeriz…
Yani içerdik bir zamanlar…. Sonra çok bilenler “gerek yok” dediler kaldırdılar. İlk orda öğreniyorduk “doğru olmayı”, “çalışkan olmayı”, “küçükleri sevmeyi, büyükleri saymayı”. Sonra aklımız kendimize yetmeye başladığında “birinci vazifemizin ne olduğunu” yine ondan öğreniyorduk. Boşuna Başöğretmen sıfatını hak etmiyordu.
Kasım hüzünle başlıyor böylece, hüzünle devam ediyor. Başöğretmenin ölümünün arkasından “öğretmenler günü” geliyor zira.
Öğretmenler günü de hüzündür bence. Öğretmenler için hüzündür. Öğrenciler için hüzündür. Çünkü aklı kirada, evin geçiminde olan öğretmenin, o akıldan öğrencilerine vereceği bir şey kalmıyordur kanımca. Ders kitaplarına sıkışıp kalmaması için, kitaplar okuması gereken, gezmesi görmesi gereken öğretmen, parasal bakımdan zorlanıyorsa nasıl kendini geliştirebilir. Henüz üniversiteyi bitirmiş, idealizm patlaması yaşayan genç beyinler, üç sene dört sene evlerinde bekletiliyorsa, atanamıyorsa o beyinde pırıltıdan eser kalır mı sizce..? Atanamadığı için, hayata, devlete, sisteme ve tercihlerine küfürle başlayan genç öğretmenlerin yaptıkları veya yapacakları mesleğe saygıları kalır mı sizce? Ya atandıktan sonra? Uzak dağ köylerinde, sınıfını ısıtmak için odununu kendisi kıran, sobasını kendisi yakan, bir bilen olarak köyün gerekirse, imamı, doktoru olan öğretmende hangi azim kalır sizce? Oysa öğrencinin rahat etmesi için, önce öğretmenin rahat etmesi gerekir. O şartlarda genç öğretmenlerin asabi olması en doğal sonuçtur. Asabi öğretmen öğrencisine halim selimliği öğretemez, başı eğilen öğretmen öğrencisine dik durmayı öğretemez. Dağ köylerindeki okullar ile örneği daraltmak elbetteki yanlış olur. Sorunun değişik versiyonu şehir öğretmenleri içinde geçerli. Okulun tüm eksiğini gidermeyi okul idaresinin boynuna yükleyen “Sistem”, ihtiyaçların karşılanmasına yönelik ilk kaynak olarak velileri görmektedir. Velilere bunu anlatmak ise öğretmenlerin görevidir yine. “Klima alınacak, sınıf boyanacak, tahtamız eskidi değişecek, tebeşir bitti, camlar kirlendi” v.b tüm ihtiyaçların karşılanmasında “veli ordusunu” yönetecek ve yönlendirecek “başkomutanlar” yine öğretmenlerdir. Halbuki onların “bir harf öğretip” çıkıp gitmeleri gerekir, sonra bizim onlara “kırk yıl köle” olmamız gerekir. Oysa “sistem” tüm halkı köleleştirdiği gibi, köleliği öğretmeye önce öğretmenlerden başlıyor.
Bir de diğer taraftan irdeleyip, öğretmenlere de bir iki laf söylemek gerekiyor, hazır mecrayı bulmuşken. Her yokluğa, yoksunluğa “sistemi” suçlayıp da aradan sıyrılmak işin kolay tarafı Hocam. Daha doğrusu, aranızdaki kolaycıların işi bence o. Ayrıca öğretmenlik bir beceri, yetenek mesleğidir. Hangi yaş grubunun öğretmeniysen o yaş grubunun seviyesine inebilme becerisini göstermelidir öğretmen. Daha Türkçeyi doğru dürüst konuşamayan, tabiri caizse “iki lafı bir araya getiremeyen”, noktalama nedir, imla nedir bilmeyen, beşeri ilişkilerini bir türlü geliştiremeyen, gülümsemeyi beceremeyen nice öğretmen çocuklarımızla baş başa kalıyor her gün. Sağlıklı olmaktan bahsederken, vücudunu zor taşıyan göbeklileri mi, insan sevgisinden bahsederken, her önüne geleni azarlamaktan, aşağılamaktan çekinmeyen öğretmenleri mi ararsınız okullarda.
Bu esnada bir paragraf açıp, Eğitim Fakültelerine girişin bence mutlaka özel yetenek sınavlarıyla yapılması gerektiği fikrini ortaya atıyorum. Öğrenciler hangi branştan öğretmen olmak istiyorlarsa gülümsemek, pozitif olmak, umut aşılamak, düzgün ifade yeteneği, duru bir Türkçe konuşmak gibi bir dizi yetenek sınavından geçtikten sonra fakülteye alınmalıdır. Ve bu sınavların en zor olduğu bölüm sınıf öğretmenliği olmalıdır. Çünkü hiçbir şey bilmeyen ama çok şey öğrenmek isteyen tazecik beyinlerin ana babalarından sonra ilk güvendikleri yabancı insan sınıf öğretmenleri oluyor. Ve sınıf öğretmenleri cevheri işlemeyi bilmiyorlarsa, canım güzellikler heba olup gidiyor. Bugün büyüklere saygısızlıklarından, giyim konusundaki aşırılıklarından, küçük yaştaki kontrolsüz eğilimlerinden rahatsız olduğumuz gençliğin bu durumda olması cevherin iyi işlenememesinden kaynaklanmaktadır. Öğleyin tam ders zili çalarken sınıftan içeri giren ve çıkış zili ile birlikte kaçarcasına okuldan ayrılan öğretmenlerin çocuklarımızın eğitimiyle bir ilgisi yoktur. Onların olsa olsa az biraz öğretim katkısı olabilir, o da bizi kurtarmaz.
Öğretmen çocukların gözünde “süpermendir”.
“Süpermen” olmanın değerini bilen tüm öğretmenlerimizin öğretmenler gününü bir kere daha kutluyorum. Sizler bizim her şeyimizsiniz. Mutlaka sistem düzelecek, aranızdaki çürük domatesler ayıklanacak ve “yeni nesil sizlerin eseri olacaktır”. Umutluyuz.
Kör Parmağım Gözüne: İlkokulumun daha ikinci gününde odunlukta parmaklarımızı birleştirip üçgen yaptırıp, odunla döven, ortaokulda faullerimden çeke çeke tokat delisi yaparak Ayet El Kürsi'yi okutan, lisede futbol oynarken yanlış pasını eleştirmemize dayanamayan ve birer tokat atarak sakinleşen ve kızımın okula kaydı esnasında 500TL gibi bir "bağış" isteyen okul müdürü öğretmencikler sizlerinde öğretmenler gününüz kutlu olsun...
Odun Kırıp Soba Yakan Öğretmenleri Merak Edersin Belki... Tıkla
Bu da "özverili öğretmen" nasıl oluyormuşun haberi.... Tıkla
Odun Kırıp Soba Yakan Öğretmenleri Merak Edersin Belki... Tıkla
Bu da "özverili öğretmen" nasıl oluyormuşun haberi.... Tıkla
Ahmet Savaş / 24.11.2015 - Adana
0 yorum:
Yorum Gönder