31 Ekim 2014 Cuma

YÜZME BİLMEYENLER

    Benim adım Tezcan. Canım tez olsun, hemen her şeye koşturayım  diye mi koydu anam babam ismimi bilmem..
Günlüğü 50 liradan kara deliklerin içinde, gündüzü de kara gecesi de kara hücrelerde, kazıyoruz habire kapkara kömürü… kazıyorduk.
Çoğu zaman hesap yapardık aklımızdan patron ne kadar kazanıyor ayda diye.
Beş ay önce denetime geldi müfettişler. O gün her şey  güzeldi, madene girişimiz çıkışımız, yemeği zamanında yiyişimiz. Teçhizatımız yerli yerindeydi. O gün işçi değil insan gibiydik. Her denetimde öyle olur zaten.
Bizim maden de 8 kusur bulmuşlar. 8900 lira para cezası kesmişler gitmişler. Raporda öyle yazıyormuş. Kara yüzlü bir arkadaş söyledi. Hepimizin yüzü karayla kaplıyla. Alnımızda kara leke olmasın, bu kara yıkayınca çıkıyor nasıl olsa.
Günlük 150 ton kömür çıkarıyormuşuz. Bazen çok çalışıyoruz o zaman 200 ton oluyormuş. Tonu 275 bilemedin 300 liraymış. Çarptık böldük, hesaplayamadık. Aklımız yetmedi. Dilimiz söyleyemedi o kadar parayı.
Allah daha çok kazandırsın deyip salladık kazmayı, tezcanlılıkla. Sonuçta onun sayesinde ekmek götürüyoruz biz evlerimize.
Bazen çatırdardı kalaslar. Kirişler bu boşluğa dayanamaz, diye korkardık. Ama her vardiyada canımızı Allah’a emanet eder girerdik yine “kara devin” ağzına.
Eskiden grizu derlerdi. Gaz sıkışırdı, patlardı madenlerde. Çocukluğumda izlerdim televizyonda, madenin ağzında bekleyen insanlar umutlanırdı, canlı çıkar mı sevdikleri diye. Sonra devlet büyükleri konuşurdu, ruhsatsız çalışıyormuş diye. Hiç kimsenin haberi yoktu ölümlerden. Ölmüyordu çünkü dışarıda kalanlar. Konuşuyorlardı sadece. Biz oyuna dalardık, onlar işe güce. Büyüdük.
Soma’da kazma sallayanlarda öldü. Grizu derlerdi eskiden. Şimdi patlamıyor artık madenler. Yandı oradakiler. Boğuldular dumandan. Yine gözü yaşlı bekleyenler, umutlananlar, umudunu kaybedenler. Konuşanlar. Patronu bizim suçumuz yok dedi.
Herkes inandı biz inanmadık. Yediğimiz yarım somun, iki zeytin, peynir, domates, o gün çakıldı kaldı boğazımızda. Yutamadık. Üzüldük arkadaşlarımıza. Anam o gün “getme artık ocağa, ben ne yaparım yavrum” dedi. “İş güç mü var ana” dedim, boş durup ne yapacağım. Girdik “karanlık canavarın” ağzından içeri, salladık kazmayı… Hafifledi sonra Somanın acısı.
Hükümet uzun uzun oturdu, konuştu, kavga dövüş bizim için yasa çıkarttı. Ücreti şu kadar olacak, çalışması bu kadar olacak diye. Ne ücretimiz o kadar oldu, ne çalışmamız bu kadar oldu. Hatta patron, öğle yemeğini yarım saate indirdi. İnmek çıkmak zaman kaybettirir diye, çıkmadık dışarı. Kazmayı bir tarafa bıraktık, küreği bir tarafa. Açtık ne varsa, torbada. Yarım somun, domates, peynir, zeytin.
Konuştuk anılardan, çocuklardan, fakirlikten, yoksulluktan, karanlıktan…
Karanlığı ne böler bilir misiniz?
Ya ışık böler, ya bir ses böler. Burada ışık olmaz. Titrek şapka lambalarımız ancak kazmaların ucunu aydınlatır. Hedefimiz odur çünkü. Başka bir yeri aydınlatırsa, dikkatimiz dağılır. İş yapmayız öyle ya.
Ya da bir ses. Alıştığımız bildik seslerden değil. Tanımadığımız tonda bir ses. Korku.
“Su geliyor”
“Ölüm geliyor.” Tutunduğumuz tek şey kazmalarımızdı. Sıkı sıkıya kavradık. Ölüm aldı götürdü. Üzerimize çamurlar, kömürler yığıldı. Su geldi. Ölüm geldi. Yerin 350 metre altında, karanlığı bölen ses kesildi. Şapkalarımızdaki titrek lambalar söndü.
Acaba sevdiklerimizin haberi olmuş mudur?.. Toplanıp gelmişlerdir midir?.. Gazeteciler, sağlıkçılar, bakanlar, bürokratlar konuşmaya başlamışlar mıdır? Televizyonlar canlı yayına geçmişler midir?
Anam gelmiş midir?.. “Oğlum yüzme bilmiyor, ne yapar suyun içinde” diye düşünmüş müdür? Sormuş mudur öldüğümü, kaldığımı.
Su karardı ana, çamur oldu heryer. Yüzme bilmiyorum ana. Bilenler de çamurda yüzemiyor zaten ana…

Kör Parmağım Gözüne: Ağlayan Anayı Görmek İstersin Belki

0 yorum:

Yorum Gönder