O gün hiç olmadığı kadar mutlu uyanmıştım oysa! Doğan güneş, öten kuşlar, sokaktaki sabah telaşı hiç olmadığı kadar olağan, dertsiz ve kasvetsizdi. İşyerimdeki bitmez tükenmez koşuşturmaca, asık suratlı ve sürekli emirler yağdıran patronlar, dedikodudan ve ayak oyunlarıyla sürekli bir düzenbazlık içinde olan arkadaşlar bile sıkmıyordu canımı. Sıkı bir kahvaltı, yataklarında uyuyan çocukları son bir öpüş, eşin yanağından alınan bir ufak buse... evet zorlu bir gün için bütün silahlarımı kuşanmıştım.
Hayat denilen sonsuz döngünün içindeki her halükarda zevksizlik ve tatminsizlikle sonuçlanan bütün faaliyetlerimize ufacık motivasyonlarımızla karşı koyabiliriz. Cebindeki paralar, banka hesapları, arabaların ve evlerinden bahsetmiyorum, onlar benim silahım hiç olmadı. Daha doğrusu hepsi elimde patladı. Benim silahlarımı saydım, aldım ve kapının ardımdan usulca kapandığını duydum, asansöre binerken... Ufff sıkış tepiş bir minibüs daha geçti beni ve aynı durakta beklediğimiz diğerlerini.. Birisi buna fena bozuldu.. Kallavi bir küfür etti. Kadının birisi utanır gibi yüzünü çevirdi, adamı duyunca. Ama yüzündeki ister istemez bir sinsi gülüşü farkettim son anda. Bazı kadınların küfürbaz erkekleri daha çekici bulduğuna dair bir yazı okuduğum aklıma geldi, ya da bir tweetti belki de...
Peşisıra bir minibüs daha geçti. Dolu. Bir belediye otobüsü...dolu!
Geç kaldım haliyle işe. Beş ya da altıncı minibüste, yarımımı kapıdan içeri atarak ve şoförün, "abi fazla oldu", "kime diyorum dayı!", "aloo, sağır mısın birader" diye nazik nazik uyarmalarına kulak tıklayarak, bakışlarımı dikiz aynasından kaçırarak, para üstünü bile istemeye utanarak zar zor gelebildim kuruma! Silahlarımı kontrol ettim, hala yerlerindeydi, sıkı kahvaltı tamam, çocukları öpüş tamam, eşin verdiği buse, o da tamam! Müdürle de başa çıkabilirim...
Hayret! Neden kapıda beklemiyor ki! Hep öyle yapardı. Önce pis pis sırıtır, "ooo paşam, hoşgeldiniz, niye zahmet ettiniz, biz işi alıp gelirdik yatağınıza kadar" diyerek alaya alır, sonra da "geç yerine" deyip bağırırdı. "İşinin başına!"...
Toplantı varmış odasında, genel müdürlükten de birileri varmış, aynı servisten üç arkadaşı zaten içeri çağırmışlar, benim de gitmem gerekiyormuş.. Hasan öyle dedi... Hasan iyi çocuk... Hasan işe hiç geç kalmaz... Benim gibi silahları yok çünkü onun...Hasan tek tabanca.. Yalnız... Benimle aynı yaşta, nerdeyse aynı zamanda işe girdik ama o bekar!... Hasan'ın sırtında yumurta küfesi yok. Bazen müdüre bile dikleniyor. Hatta genel müdüre bile müdürün şahsında çok sevgili, küfür demeyeceğim çünkü onlara küfür denmez, laflar ediyor. Ama Hasan hiç geç kalmıyor, işine bakıyor, olduğu kadar olmadığı keder diyor.. Hasan iyi çocuk! Ama bi tuhaf baktı sanki bana içerden çağrıldığımı söylerken... Neyseki silahlarım tam dolu, müdür ne derse desin moralimi bozamaz...
Girdim içeri... Kovuldum!
Öyle değil, baya işten kovuldum! Şirketin küçülmesi gerekiyormuş, hizmetim için teşekkür ediyorlarmış, ben eşi bulunmaz bir çalışanmışım ama maalesef işime son vermek zorundalarmış...
Silahlarım işe yaramadı! Kullanmama fırsat dahi vermediler... Eşyalarımı toplayıp, Hasan ile vedalaştım... Ötekilerle de tabii... Hasan'a iyi çocuk olduğunu söyledim.. Gülümsedi.. Çocukları kendisi için öpmemi istedi... Öpmem. Onları sadece ben kendim için öperim. Onlar benim silahım! O anda bir sızı saplandı yüreğime. Peki şimdi ne olacak! Bu yaştan sonra nerde, nasıl iş bulurum! Çocukları nasıl mutlu edebilirim, evi nasıl geçindiririm..
Çıktım iş yerinden. Minibüsler hep boş bu saatte. En iyi yere, cam kenarına oturdum. Eve döneyim bari, kötü haberi herkes duysun!
Sahilden geçiyor minibüs. Camdan bir taraftaki sakinliği izliyorum. Şehir tarafına bakmak bile istemiyorum. Yalnız kaldıkça, işin ciddiyetini farkediyorum. Yaş olmuş kırkbeş, birikim desen sıfır, ne anada var ne baba da... Bu yaştan sonra kime gidip "iş istiyorum" diyeceğim ki!. "Müsait bi yerde"...
İndim minibüsten. Öğlen olmak üzereydi. Belki bir simitle çay alıp denizi seyrede seyrede yerim. Hem daha iyi düşünürüm. Öyle de yaptım. Akşama kadar düşüne düşüne çok şey hallettim, desem de inanmayın. Aynı tükenmişlikle, kafa yorgunluğuyla, kalktım....Yürüsem daha iyi olur. Ev yakın sayılır. Gün çoktan devrildi denizin ardında. Nispeten üşüten bir meltem başladı. El ayak çekilmeye başladı. Tenhalaşıyor git gide sokaklar. Sabah aynı koşuşturmaca başlayacak. Dinlenmemiz lazım!..
Kafamda sorular daha artıyor yürürken. Hanımın bütün umudu benim, zaten kıt kanaat geçiniypruz, yıllardır bütün isteklerini bu yokluktan ertelemek zorunda kaldı, şimdi ne olacak?... Birinci silahımı kaybettim...
Ya çocuklar! Onların hayalleri, gelecekleri, istekleri, gurur duyabilecekleri zengin bir babaları, bir oyuncak istediklerinde gözlerinin içine bakıp, "alamıyorum" dersem ne olacak?... Gitti ikinci silahım da..
Üçüncü silahım neydi? Sıkı bir kahvaltı mı? Hangi kadın işsiz güçsüz, ya da kendi geçimini sağlayamayan adama kahvaltı hazırlayıp, kapıdan uğurlar ki? Silahsız kaldım. Neyle savaşacağım hayatta!
Eve varmak üzereyken, ağırlık iyice üstüme çökmüştür. İşsiz kalmıştım ve ne yapacağımı bilmez halde sokağa girmek üzereydim.
Sokağın başındaki bilboarddaki yazı dikkatimi çekti. "Hiç kimse yatağa aç girmeyecek!".. Evet girmeyecek! Girmemeli! Ama nasıl? Birileri şişip patlayıncaya kadar yerken, diğerlerini düşünen var mı hayatta? Halbuki hepimiz şimdiye kadar yiyebileceğimizden çok çok fazlasını depoşamadık mı? Bu açgözlülük nedir dünyada?.. Kimse yatağa aç girmeyecek... Yazanlar gerçekten aç kaldılar mı acaba hayatta hiç.. Ya da katıksız kuru ekmek falan yediler mi? O yazı yeni miydi orda, ne zmana asılmıştı? Hiç farkına varmamıştım. İşten kovulunca mı gözüme çarptı acaba!
Kaldırımda bir çocuk oturuyor. Hani şu kağıt toplayıcılardan. Ya da çöpleri karıştıranlardan. El arabasını kaldırıma koymuş, artık yorgunluktan mı, umutsuzluktan mı kimbilir oturmuş kaldırıma. Elinde de bir kitap! Ne okuyor ki? Neden okuyor ki? Hayatı zaten içinde alabildiğine zor yaşarken, bir de onu anlamlandırabilmek için kitap okuyoruz! Belki de daha karmaşık hale getiriyoruz.
Ani bir refleksle gittim yanına oturdum. Önce korkar gibi oldu, kendini geri çekti. Sonra umutsuzluğumu mu, çaresizliğimi mi gördü nedendir bilinmez, kendine yakın mı gördü de umursamadan kitabına bakmaya devam etti bilmem!...
"Ne okuyorsun?" dedim... Önce garip garip yüzüme baktı, gülümser gibi oldu, küçümser gibi baktı, anladı herhalde kovulduğumu! Tüm silahlarımı kaybetmiştim zaten, savaşacak halim yoktu!
"Adamın biri işten kovulma hikayesini anlatmış, onu okuyorum" dedi.. Silahlarım yoktu ve beynimden vuruldum tamam.. Öldürün beni..
"Oku da dinleyelim" dedim... Başladı...
"O gün hiç olmadığı kadar mutlu uyanmıştım oysa!..."
..............
30 Mayıs 2020 / ADANA
0 yorum:
Yorum Gönder